Edebiyat ve Çevre
Edebiyatı, şiiri, öyküyü sadece kağıt üstünde kalan kuru sözcüklerden ibaret görmeyen biri olarak sanatın her zaman tam da yaşamın ortasında yer alması gerektiğine inanırım. Yaşamın tam ortasında ve sürekli canlı biçimde…
Sanatta var olan estetik kaygının yaşama aktarılması olmazsa, sanat ne işe yarar ki? Her şey insan için olduğuna göre estetik kaygının, güzellikleri yaratmak ve yaşatmak kaygısının hem toplumsal yaşamda hem de doğal yaşamda gözetilmesinden doğal bir şey olamaz. Zaten bu, olması gerekendir.
Sanatçı güzeli arzular. Sanatın amacı güzeldir. Üstelik de sadece sanatçılar için değil herkes için güzeldir. Eğer marangoz iseniz yaptığınız kapıyı en güzel şekilde yapacaksınız. Mimarsanız güzel çizeceksiniz projelerinizi ve güzel evler yapacaksınız. Öğretmenseniz işinizi severek yapacaksınız ve öğrencilere güzeli öğreteceksiniz.
Sanatın yaygın olduğu toplumlarda bireyler daha duyarlı ve uyanık olurlar. Bireyleri uyanık olan toplumlarda da hiçbir iktidar ya da yönetim topluma ve doğaya zarar verecek işler yapamaz. Tepkilerden korkar, çekinir, kendini kontrol eder ve daha dikkatli davranır. Örneğin halkının sanatsal açıdan gelişmiş olduğu duyarlı ve uyanık ülkelerde hiçbir yönetim önüne geldiği yere 'HES'ler kuramaz çünkü anında alnını karışlarlar. Toplu konut alanları açmak için değil zeytin ağaçlarını kesmeye, bir dalına bile kıymaya hiç kimse cesaret edemez, kesmeye niyet bile edemez. Adamı tepetaklak ederler
Sanatsal duyarlılığın olduğu toplumlarda sürdürülebilir bir yaşam için insanlar her alanda bilinçlendikleri ve duyarlılık kazandıkları için o ülkelerde 'güzel olmayan hiçbir şey gerçekleşemez. Ne yaparlarsa güzel yaparlar. Güzellik bir yaşam bilinci haline dönüşür. Kadına şiddet olmaz, hayvanlara işkence olmaz, ağaçlara kıymak olmaz, Gökdelenler dikilerek şehrin tam orta yerine, herkese ait olan gökyüzünü perdelemek olmaz. Her şeyden önce insanlar 'saygıyı' öğrenirler ve yaşamlarında en ön sıraya koyarlar. Herkes birbirine saygı gösterir, birbirinin hakkını gözetir. Yaşadığım bölgeden bir örnek vereyim. Fethiye'deki Kayaköy'ü görenler vardır sanırım. Şimdi harabe ama bu harabeye dönmüş evlerin kalan iskeletleri bile, o dönem yaşayanların estetik ve insani duyarlıkları hakkında bize bilgi veriyor. Köy yüksek bir tepede kuruludur. Ovada ekinler zarar görmesin diye verimsiz olan tepeye kurmuşlar barınma yerlerini. Ve evler öyle bir düzenle yapılmış ki hiçbir ev diğerinin ne güneşini, ne görüntüsünü kapatıyor ne de rüzgarını kesiyor. İşte hem doğaya hem insana saygı.
200-300 yıl öncesinin bir Rum köyü olan Kayaköy'e bakın bir de günümüzün ranta kurban giden İstanbul'una ve diğer şehirlerine bakın.
Gözlerini hırs bürümüş, paradan başka bir şey görmeyen yönetimler ve işadamlarını durduracak büyük bir tepki yok. Çünkü sanatsız bir toplumuz, üç-beş duyarlı mimar, yazar ve sanatçı dışında kimse sesini yükseltmiyor ne yazık ki. Avrupa'da yılda kişi başına düşen kitap sayısı 30 iken bizde yılda 30 kişiye bir kitap düşüyor ve sonuçlar ortada.
Sadece karnını doyurmayı düşünen insanların olduğu bir toplumda sanat gelişemez. Çünkü uygarlık tarihi insanın karnını doyurduktan sonraki talepleriyle mümkün olan bir şey. Sanat sadece zaman geçirilecek, keyifli anlar yaşanacak uğraşlar değildir. Sanatta var olan estetik kaygının yaşamın tüm boyutlarına geçirilmesi temel amaç olmalıdır.
Özel olarak edebiyata düşen görev de sanatsal estetik kaygının hem toplumsal çevrede, insan ilişkilerinde hem de içinde yaşadığımız doğal çevrede uygulanması ve insani duyarlılığın arttırılması olmalıdır.
Aslında edebiyat kendine düşen görevi eksiğiyle, noksanıyla yerine getirebilse de güzelliklerin yaygınlaştırılması ve yaşatılabilmesi bir niyet sorunudur ve yönetimlerin adalet kavramına ne kadar sadık olduğuna da bağlıdır. Güzelliklerin tüm yaşam katmanlarına yaygınlaştırılması için bir niyet yoksa ve adalet duygusu gelişmemişse, edebiyatın ve edebiyatçıların sorumluluğu
her zamankinden daha fazladır